America going back!
10 Ekim 2021
Fiziksel olarak olmasa bile diplomatik anlamda ülkeler arasında yaşanan çatışmalar, Corona Virüsü ile birlikte tekrar dünyanın gündemine gelen salgın hastalıklar, yeni ve önceki yıllardan çok daha yoğun olması beklenen göç dalgaları vb. olayların her biri, bu yılın zorlu bir sosyopolitik, sosyoekonomik ve sosyokültürel süreci önümüze koyacağını göstermektedir.
Türkiye, bu karmaşanın içerisinde kendisine en uygun yeri yaratma konusunda ciddi bir çaba sarf etmektedir. Uzun zamandır Türkiye’nin gündemini meşgul eden Suriye meselesi ve buna mukabil terörle mücadele konusu, Türkiye’nin bölgesel anlamdaki önceliklerinin yönünü değiştirmiş olarak gözükmektedir. Kısa bir zaman öncesinde, Doğu Akdeniz’de stratejik bir mücadelenin içerisinde bulunan Türkiye, Şubat ayının son günleri itibari ile ciddi ölçekli dış politika değişikliği yaşamak zorunda kalmıştır. Suriye’de Esed rejiminin giderek daha güçlü bir şekilde yayılan ve sertleşen eylemleri neticesinde Türkiye’nin barışçıl bir amaçla ve önemli sorumluluklar üstlenmek sureti ile güvenli bir bölge yaratma konusundaki tüm çabaları sonuçsuz kalmış durumdadır. Tırmanan gerginliğin kısa zaman öncesine dayanan kronolojisine bakıldığında, Esed rejiminin sadece kendi iktidarını ve otoritesini korumak adına Suriye’de oluşan terör ortamını görmezden gelmesi ve bunun yanı sıra konunun insani boyutlarını öncelikli bir husus olarak değerlendirmemesi Türkiye’nin bölgesel anlamdaki düzen, istikrar ve barış çabalarını büyük ölçüde baltalamaktadır.
Belki de sürecin en dikkat çekici hususu, Türkiye’nin İdlib’de verdiği mücadelenin, yaşanması kaçınılmaz olarak görülen insan göçünü engelleme konusunda sonuçsuz bırakılması adına, Esed rejiminin saldırılarının devam etmesidir. Türkiye, hali hazırda, doğrudan ve dolaylı olarak toplamda, yaklaşık altı milyon Suriyelinin hayatta kalması adına ciddi bir mücadele vermektedir. Fakat bu mücadele, büyük özveriler ile süreci ilerleten hükümet ve sivil toplum kuruluşlarının devam ettirebilecekleri bir durumun ötesine geçmiş vaziyettedir. Konunun sadece finansal boyutu değil, özellikle insani boyutu, Türkiye’nin tek başına çözüm bulabileceği nitelikten son derece uzaktadır. Türkiye, Birleşmiş Milletler’in yıllardır bir türlü tam olarak gerçekleştirmeyi başaramadığı Afrika başta olmak üzere farklı bölgelerdeki insani yardımları, tek başına, başarı ile yapıyor olsa da bu durumun Türkiye üzerinde bir yorgunluk hissi yarattığı aşikârdır. Öte yandan, Esed rejiminin, çeşitli haber ajansları vasıtasıyla, ülkesinin vatandaşlarına ülkelerini yeniden yapılandırmaya yardım etmeleri konusundaki çağrılarını tekzip eder nitelikteki toplu operasyonları ve katliamları, Suriye sorununda çözümsüzlüğün nasıl tırmandırıldığının da bir göstergesidir. Hükümet yetkilileri ve Başkan Recep Tayyip Erdoğan’ın 2011 yılında, Suriye iç savaşının başladığı günden bu yana dile getirmiş olduğu mevcut süreçteki tablo, sadece Türkiye’nin bu meselede yalnız başına kaldığını göstermemekte, aynı zamanda, Suriye’de kalıcı bir barışın sağlanması adına Esed rejiminin ve onun destekçilerinin de bir yol haritasının bulunmadığını göstermektedir.
Bu noktada, Rusya’nın (doğrudan) ve ABD’nin (dolaylı olarak) sahip oldukları yaklaşım ve sergiledikleri tutumların da Suriye sorununun Türkiye ve bölge için büyük bir soruna dönüşmesine etkisinin bulunduğu görülmektedir.
Rusya, ABD’nin Suriye ve Irak’ta giderek azalan askeri hakimiyetini büyük bir fırsat olarak görmek sureti ile konuşlandığı Suriye’de kalıcı olarak varlığını kabul ettirmiş durumdadır. Daha önceki süreçte, Şam yönetimine sadece askeri mühimmat desteği sağlayan Moskova yönetimi, artık gözle görülür bir şekilde diplomatik temsilcileri, (geçici de olsa) askeri üsleri ve geçmiş yıllara nazaran daha yoğun olan askeri mühimmatları ile Suriye’nin yönetimindeki yegâne yabancı söz sahibi ülke haline gelmiştir. Bu durum, yüzyıllardır Akdeniz’e inme konusunda ciddi bir eğilimi bulunan ve bunun için de hedefini hep Anadolu toprakları üzerine kurgulayan Rusya’nın beklentilerini fazlasıyla karşılamış durumdadır. Zira Rusya, artık Suriye’de kalıcı bir yer edinmekle birlikte Akdeniz’deki stratejilerini geliştirmek adına kendisine daha makul imkanlar oluşturmaktadır. Fakat süreci yönetmek adına, kendisine çok daha stratejik ve güçlü bir müttefik olabilecek ve yakın zamanda S-400 füze sisteminin satışını gerçekleştirdiği, bir NATO üyesi ülke olan Türkiye’yi Şam yönetiminin geri planına itmek, Rusya açısından son derece tehlikeli bir karardır. Hali hazırda, Türkiye’nin, Suriye’de herhangi bir toprak ya da nüfuz elde etme çabası yokken, aksine barışı tesis etmek adına çabaları söz konusu iken Rusya’nın bu duruma sert karşılıklar vermesi ve Türkiye’yi üstü kapalı olarak tehdit etmesi kabul edilebilir bir durum değildir. Bunun yanı sıra Türkiye’nin Rusya ile uzlaşı ve hamilik esasına dayalı olarak bölgeyi derleme, toplama arzusunun çatışma tehdidi ile karşılık görmesi de sürecin, Moskova yönetimi ve Vladimir Putin özelinde, diplomatik bir algı ile değil; fethetme ve yönetme algısı ile ele alındığını göstermektedir.
ABD açısından da son derece tartışmalı ve istikrarsız bir Suriye yaklaşımı söz konusudur. Bundan daha iki yıl öncesine kadar ABD Başkanı Donald Trump’ın, Amerikan askerleri çekilse bile çözümü için mücadele edeceklerini söyledikleri Suriye meselesi için neredeyse son bir yıldır etkisiz kalmış olmaları, ABD dış politikasındaki dengesizliğin bir başka göstergesidir. Rusya’nın bölgeye giderek daha güçlü bir şekilde yerleşmesi ile birlikte bölgede yer alma hususunda endişeleri arttığı gözlemlenen ve Suriye meselesinde söylemden öteye geçemeyen Başkan Trump, Esed rejimi ile ilgili söylemlerini de değiştirmiş durumdadır. Yine iki yıl öncesine kadar Esed’in Suriye için büyük bir tehdit olduğunu dile getiren Trump’ın söylemlerinde artık Suriye’de barış ortamının sağlanması gerektiğine dair temaların yer aldığı fark edilmektedir. Bu söylemleri, Trump’ın ve ABD dış politika üreticilerinin, bölgedeki Rus varlığından yana yaşadıkları endişe ve korku ile açıklamak hiç de yanlış olmayacaktır. ABD’nin Irak’ta ve kısmen Suriye’de dağınık olarak konuşlandırdığı askerlerinden daha derli, toplu bir düzende Suriye’ye yerleşen Rusya, ABD’nin bölgedeki varlığı açısından ciddi bir tehditdir. Fakat bundan da önemlisi ABD ile birlikte NATO ve AB, Suriye’de kalıcı çözüm adına çaba sarf eden Türkiye’nin, herhangi bir şekilde yanında durmamaktadır. Bu durum, Batı’nın uzun yıllardır bilinen iki yüzlü, güvenilmez ve sürdürülebilir olmayan Ortadoğu politikalarının bir başka örneği olmaktan öteye geçememektedir. Amerikan ordusunun yıllardır, göreceli olarak bölgeye istikrar getirmek adına ortaya koyduğu, ancak nihai noktada başarısız olduğu askeri operasyonları, Türkiye’nin politikalarının tek başına gerçekleştirmiş olmasına karşın, ne bir ABD müttefiki ne de bir NATO üyesi sıfatı ile Türkiye’ye destek sağlanmaması, bölgenin diplomatik gerçeklerini bir kez daha, tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır.
Tam Şubat ayı biterken, 27 Şubat’ı 28 Şubat’a bağlayan gece, kahraman askerlerimize yapılan hain saldırı, aslında bölgenin nasıl bir kaos içerisinde yoğrulduğunu da göstermektedir. Ruhlarının şad olmasını dilediğimiz aziz şehitlerimizin mücadelesine ve bölgede bunca yıldır dökülen kana doymayan emperyalist güçler ile Rusya’nın politikaları, Şubat ayını sonlandırırken, bu kez de Suriye meselesi üzerinden bölgeyi, içinden çıkılmaz bir girdaba sürüklemek adına çabalamakta. Türkiye açısından en önemli husus ise gerek İdlib’de gerek kendi sınırlarımız içerisinde, çeşitli anlaşmalar ve diplomatik dayanaklar ile sınır güvenliğimizi kendi başımıza korumak ve yeni terör oluşumlarının var olmasına engel olmak adına gereken zemini oluşturmaktır. Başkan Erdoğan’ın bu süreçte yalnız kalmasına karşın verdiği mücadelenin uzun vadede olumlu sonuçlarının olması, Türkiye’nin son operasyonlarda Esed rejimi güçlerine ve çeşitli terör örgütlerine vermiş olduğu zayiatlarla daha net olarak anlaşılabilmektedir.
10 Ekim 2021
28 Eylül 2021
24 Ağustos 2021
11 Ağustos 2021
01 Ağustos 2021